Mert’le birlikte o tuvalet senin bu tuvalet benim arayıp da bulamadığımız Manchester macerası bitmiş, kısa Londra maceramız başlamış, altı saat süren Manchester – Londra otobüs yolculuğu sona ermişti. İngiltere’nin otobüs şoförleri oldukça çılgın. Affınıza sığınarak söylüyorum. Otobüsün yolcuları ayrı manyak, şoför ayrı manyaktı. Arkadaş o virajlara öyle girilir mi? Peki ya yan cenaptaki adama ne demeli. Bütün gece horladı. Ama yok böyle horlamak. Kükremek diyelim biz ona. Arkadaki sürekli bir şey yedi, öbür çaprazdaki montu kafasına giydi. Neyse ki turuncu kulak tıkaçları ilk defa yolunu buldu, bir işe yaradı.
Londra’ya indiğimizde saat 5.30 civarıydı. Otobüs, istasyonun girişindeki polisler tarafından durdurulup, hızlıca aranıyor. Şehirler arası otobüsler için ilk kez gördüğüm bir uygulama. İnsan Esenler Otogarı’nı düşünüyor tabii.
İndiğimizde ilk amacımız açık bir tuvalet bulmaktı. Mert bir yandan ben bir yandan akıllı telefonların bize verdiği yetkiye dayanarak açık mekân bulmaya çalışıyorduk. Manchester’da 17.00’de kapanan istasyon tuvaleti bizi bu duruma getirmişti. Şimdi sorsanız hangi cafe kaçta açılıyor, hangisinin tuvaleti iyi hepsini söyleriz. Cafe Nero bizim vazgeçilmezimiz.
Sırtımızdaki çantalar henüz daha ağırlığını hissettirmemişken, biz karış karış açık cafe aramaya başladık. Canına yandığımın İstanbul’u. Bir cami, bir börekçi muhakkak bulurduk bu saatte. Ama Londra’da nerdeee…
Mc Donalds gibisi yok…
Var! Cafe Nero var. Buram buram İtalyan lezzeti. Mc Donalds’da sabahın 5 buçuğunda homeless’larla birlikte kahvaltı yaparken taşan tuvalete girip yine yenildiğimde, bunu daha iyi anladım. Saatler 6.30’u gösterdiğinde Cafe Nero’nun ilk müşterisi olmayı başarmıştık. Karnımız zaten Mc Donalds’ın harika(!) yumurtalı hamburgeriyle doymuş taşmıştı bile. Taşmak deyince aklıma tuvalet geldi.
Sırada temel ihtiyaçlarımız vardı. Diş fırçalama, el yüz yıkama, kendimize çeki düzen verme… Tabii bir de kahve. Danimarka gezisinde uçaktaki bir gurbetçinin dediği gibi: Biz kahvesiz kendimize gelemeyen bir millettik. (ne ara öyle olduk onu hiç anlamadım) Kahvesiydi, ihtiyaçlarıydı derken kendimizi toparlayıp günün ağarmasıyla birlikte rotamızın ilk durağı Kraliçe’ydi. Eee gidip bir çayını içsek fena olmazdı.
İlk durağımız olan Buckingham Palace’a geldiğimizde Kraliçe henüz uykusundaydı. Sarayın kapısında bizi büyük bir ilgiyle bekleyen güvenlikler, “kraliçemiz uyuyor siz biraz dinlenin” dediğinde kraliçeyi öperek uyandırmaya karar vermiştim. Saraydan içeri girdiğimizde Charles, William, Kate hepsi masada oturmuş bizi kahvaltıya bekliyordu. Fasulye, sosis, yumurta ve sütlü çay hazırdı. Yahu dedim, koskoca kraliçenin sofrasına bak. Bizde eli boş gidilmez. Uşağa “ al şu simitleri de soğutmadan sofraya götür, bak karper de aldık” deyip sofradaki yerimizi aldık. Ama yoo, öyle İngiliz çayı filan istemem, baya tavşankanı çay isterim.
Keşke hikâye böyle olsaydı. Böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Sarayın önünde bir poz fotoğraf çektirip, anında Instagram’da “Kraliçe ile kahvaltı keyfi” tag’iyle paylaşıp yolumuza devam ettik. İkinci rotamız Hyde Park’tı. Normalde amacımız kruvasan ve kahvelerimizi alıp Hyde Park’ta yayılmaktı. Ama bir sonraki rotamız Notting Hill ve Portobello Market’ti. Hyde Park’ta biraz dinlenip Londra’nın Pazartesi sendromuna şahit olduk. Bisikletle Hyde Park’tan geçenler, koşanlar… Evet, Londra’da bir iş günü böyle başladı. Bizdeki gibi kilitlenmiş bir trafikte, minibüste, sıkış tıkış değil. Baya bisikletle, sabah sporuyla. Belki de hayatımda ilk defa bir sincabı belgeselde ya da animasyon filmlerinde değil, gerçek hayatta gördüm.
Londra’ya kısmetmiş. Hyde Park baya büyük bir yer. İçinde gölet filan da var. Gayet yayılmalık ve güzel. Parktan çıkıp Notting Hill’dan geçerek bir sürü dükkânla dolu Portobello Market’e geldik. Buraya bir arkadaşımızın önerisiyle geldik. Bir sürü hediyelik eşyacının olduğu keyifli bir mahalle. Yemekçiler, fırınlar da var. Yeldeğirmeni gibi. Ama eğer vaktiniz çoksa gelin, aynı şeyler merkezde de var. Bu arada şunu hiçbir zaman unutmayın: Türkler her yerde! Sokakta, orada, burada birinin arkasından atıp tutarken; o kişinin Türk çıkma ihtimalini unutmayın. Tecrübeyle birkaç kez sabitlendi. Dükkânların sahiplerinin bir kısmı Türk.
Dükkân sahibi: Mal ya bunlar, asıl olay aşağılarda bunlar burada bitti zannedip geri dönüyorlar.
Biz: Aaaa, daha devamı mı var? Gidelim bakalım.
Dükkân sahibi: Ay pardon, sizin için dememiştik.
Biz: Sorun değil…
Adamları şaşırtmanın haklı gururuyla yola devam ettik. Portobello’dan pişman değiliz ama 16 saatlik Londra turunda olmasa da olurdu. Yaklaşık 1 saat 13 dakika yürümek kısıtlı zamanda çok da gerekli değildi. Portobello’daki dükkânlardan telefon kulübesi gibi İngiltere’yi anımsatacak birkaç küçük hediyelik eşyadan sonra yolumuzu Big Ben’e çevirmiştik ve yürüyecek dermanımız kalmamıştı.
Bu arada sütlü çayı ilk kez Londra’da denedim. Yani bir kere evde denemiştim. Çayın içine süt katmıştım ama bir şeyleri yanlış anladığımı düşünmüştüm. Yanılmışım. Çok da doğru düşünmüşüm gözümde büyütmüşüm. Baya poşet çayın içine süt koyayım mı diyor. “Hadi koy be toprağım” deyip eklettiğinizde de hayatınızda hiçbir şey değişmiyor. Yani ne demiş Yalın, olmasa da olur. Orada değil ama gelip de burada anlattığınızda bir havası var. Gerekli gereksiz her konuşmanın arasında “Hımm sütlü çay mı, evet Londra’dayken denedim. E ben zaten evde de öyle içerdim hep.” Diyebiliyorsunuz, güzel oluyor. Tabii arkadaşlarınızın kendi aralarında “Hee hee, anan da İngiliz çayı demliyordu değil mi?” demesini kulak ardı ederek…
Knock Knock Knock! Hugh Grant ve Julia Roberts evde mi?
Biraz da sırf filmi için gitmiştik Notting Hill’a. Belki de sırf filmi için prim yapıyordu. Çok detaylı gezmedik ama tüm şekli havalı evleri. Evet, aynı filmdeki gibi evler. Güzel, sevimli, şık, zengin duruyor. Film seti gibi. Her an Hugh ve Julia çıkacakmış gibi. Ama o kadar.
Sütlü çayımızı da içtikten sonra bir metro alır mıyız, deyip Notting Hill durağından metroya doğru indik. Allahım o nasıl bir metro ağı. O nasıl bir örümcek ağı. Metro –bence- oldukça karışık. Az çok memleket görmüşlüğüm var, bu kadar karışığını görmedim. O kadar çok hat var ki. Underground diye geçiyor ismi. Underground’dan günlük bilet almak en mantıklısı. Dönüş için havaalanı yolunu da karşılıyor. Oraya tek vasıta gitmeye kalkanız daha pahalıya geliyor. Türk lirası ile 40 TL civarı bir para verdik. 10 pound gibi bir şey olabilir. 40 TL’yi verdikten sonra metrolar bizimdir. Ondan inip, öbürüne binme vakti geliyor.
Telefon kulübesi, çift katlı otobüsleri ve London taksilerinin önünde bir bir fotoğraf çektirerek hızlı turumuzun bir kısmını tamamlamıştık. Sıra Big Ben, London Eye gibi über turistik bölgelerde fotoğraf çekip Instagram’a koymaktaydı. Bu aşamaları da tamamladıktan sonra bir tiyatro mezunu olarak Shakespeare’s Globe Theater’a gitmemek olmazdı. Buralarda metro yok. Tabanvaya kuvvet. Oldu mu sana bir 34 dakikalık yürüme mesafesi daha. “Mesafeler engel değil, sırtımızdaki çantalar olmasa…” demiş şair. Çantalar ağırlaştıkça ağırlaşıyor, yol bitmedikçe bitmiyor. Eninde sonunda bir şekilde Shakespeare’s Globe’ geliyoruz. Giriş 10 pound. Üstelik sadece öyle hızlıca bir gezinti için.
Oyunlar da 10 – 15 pound civarı ama o saatlerde oyun yok. Oyuna 20 30 pound da verilir de bomboş sahneyi gezmeye kıyamıyoruz. “Olmak ya da olmamak” diyor “olmamak”ı seçiyor, buraya girmekten vazgeçiyoruz. Olsun, senelerimizi verdiğimiz mabedin yakınındayız en azından. Duvarlarına dokunup fotoğraf çektik ya o da yeter. Siz burada birkaç gün kalırsanız, oyun programına bakarak bir akşam gelin derim. En azından benim, şu güzel kardeşinizin yerine gelin.
Bu arada çoğu ülkeye emsal olmuş London Eye’d bir tur 150 TL civarı. Onun da önünde fotoğraf çekip geçmekle yetiniyoruz. Vakit yok vakit. London Eye’ın önünde bulduğum 20 pound’u koştura koştura sahibine yetiştirmeseydim belki Shakespeare sahnesini gezebilirdik. Olsun, haram parayla Shakespeare gezilmez. Sonuçta o bir Şeyh Pir. Çarpılırız.
Metrolar, tabanvaylar derken Tower Bridge’e geliyoruz. Biz Türk Halkı olarak Tower Bridge’i, İngilizce kurslarının broşürlerinde “Yurt dışında İngilizce Eğitimi” başlığı ile yer alan kampanyalardan tanıyoruz. 3 kur alana 1 kur bedava! Hem de yurt dışında eğitim imkânıyla! Tower Bridge’nin yamacına çömüp “umarım yağmur yağmaz, sığınacak yerimiz yok” endişesiyle oturuyoruz. Sağ olsun Manchester’da şakır şakır yağan yağmur, şimdi hiç yok. Bizim homeless’lığımıza saygıda kusur etmiyor adeta. Manzaramız güzel. Burada birkaç saat oturup dinlenip Onur’u bekleyebiliriz.
Saatler 16.00’ya yaklaştığında üniversiteden arkadaşım Onur yanımıza geliyor. Gurbetteki akrabalarını gezmeye çıkan yeğen misali Manchester ve Londra’daki arkadaşları görmeyi ihmal etmedik. Ve Onur’la Londra’nın Kadıköy’ü Leicester Square durağında iniyoruz. Başta belirttiğim o hediyelik eşyacıların hepsi burada da bolca var. M&M’s Word London da burada. M&M’s çılgınlarına duyurulur. China Town’da 10 pound’a Çin yemekleri ile karnımızı doyurduktan sonra Londra’da en çok merak ettiğimiz yerlerden bir olan SOHO’ya varıyoruz. SOHO gerçekten canlı, eğlenceli bir yer. Buralarda saatlerce vakit geçirmek lazım ama tabii bizim vaktimiz kısıtlı. Bu yazıya CTRL F yaparsanız, en sık yazılan lafın “vaktimiz kısıtlıydı” olduğunu görebilirsiniz.
İlk iki biramızı Soho Square Gardens’sa Rekorderlig’den yana kullanıyoruz. Lime ve çilekli bira! Cider kategorisi altında geçen bu bira, markette yaklaşık 3 pound’a satın alınıyor. Cider’e algımızı açan Onur’a buradan teşekkürler. İstanbul’da da birkaç yerde Cider’ın tadına baktım ama Rekorderlig’in tadı hiçbirinde yok. Bu marka zaten yok. Cider denildiğinde gelen cider’ler hiç de cider değil. O tadı hiçbir zaman unutmayacağım. Meyvenin ferahlığı ve lezzeti, biranın alkolüyle birleşiyor. Tam bir reklam cümlesi oldu. Tadı bizdeki meyveli sodalara benziyor. Ama kafası, şekerli olduğu için normal biralardan daha fazla. Armutlusu, elmalısı, böğürtlenlisi filan da var bu markanın ama benim içtiğimin lezzeti bana yeter. Siz de giderseniz muhakkak deneyin. Pişman olmazsınız.
Hilton’dan Homeless’lığa uzanan bir düşüş hikâyesi
Londra’da metro seferleri 23.00’ten sonra bitiyor. Yani biz gittiğimizde öyleydi. Son aldığım bilgilere göre saati değiştirmişler artık daha geç saatte dönebilirsiniz. Tabii siz yine de sorun. Londra’ya gelirseniz Palace Theatre’da Harry Potter and Cursed Child’ın tiyatro oyununu izleyebilirsiniz.
Bizim dönüş yolculuğumuz başlamak zorundaydı. Uçağımız sabah 06:00’da olmasına rağmen son metronun 23:00’de olma azizliğiyle Leicester Square Station’ın yolunu tuttuk. Underground ile Heathrow Havalimanı 42 dakika tutuyor. Bir yerlerde aktarma yaptık ama tam olarak hatırlamıyorum. Sorarsanız iyi olur.
Heathrow Havalimanı oldukça büyük bir yer. 00:00’de geldiğimiz havalimanında sabah 06:00’ya kadar vaktimiz vardı. Sonunda kendimize rahat rahat üzerimizi değiştirip tipimizi düzelteceğimiz bir tuvalet bulmuştuk. Sabahı burada, koltuklar üzerinde yarım yamalak uyuyarak getirdik. Bir gece öncenin otobüs yorgunluğu da vardı tabii. Hilton’dan havalimanı koltuklarına düşüşümüz acılı olmuştu.
Heathrow’un içinde çokça priz olduğunu söyleyeyim. Hemen hemen her koltuk sırasında birkaç tane var. İngiltere’de dönüşte pasaport kontrolü yok. Biz yaldır yaldır memur aradık, ikna olmadık bilete bakanlara sorduk. Orada sadece girişte pasaport kontrolü olduğunu öğrendik. Biraz şaşırtıcı ama aklınızda olsun. He bir de ilk söyleyeceğim şeyi en son söyleyeceğim: İngiltere’ye hayvansal ürünler (süt ve et ürünleri) sokmak yasak. Uçakta zaten sizi uyarırlar.
Bir yanıt yazın