Balkanlar… Türkiye’nin yıllık soğuk hava ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan, ülkedeki sarışın, renkli göz nüfusuna katkısıyla gönüllerde taht kuran.
Balkan Devletleri… Hani şu kim oldukları tam bilinmeyen, sayıları İnek Şaban’a göre 30-40, Adile Ana’ya 100-150’yi bulan.
Zihnimde çocukluk yıllarımdan kalma savaş sahneleri, kulağımda Goran Bregoviç müzikleriyle yer etmiş bir coğrafyada geçen 10 günü yazacağım. Belgrad’dan başlayıp Saraybosna’ya, oradan da Mostar’a sonbaharını yaşadığım; Kotor ve Budva ile yazını yakalayıp Tiran’ın yoksulluğunda sonlandırdığım bir Eylül hikayesi…
Kalemegdan’da gün batımı
10 günde Balkanlar tümü gezilemeyeceğinden bir seçim ve planlama yapmam gerekti. Ucuz uçak bileti kombinasyonları da hesabın işine girince ilk durak Sırbistan’ın başkenti Belgrad oldu.
Sabiha Gökçen‘den yaklaşık iki saatlik bir uçuşla Belgrad Nikola Tesla Havalimanı‘na oradan da otobüsle yarım saate şehir merkezine ulaştım. Ve anladım ki, Belgrad benim için olduğu gibi, Batı Avrupa’ya geçmeye çalışan sığınmacılar için de bir giriş kapısıymış. Şehir merkezinde yer alan uluslararası otobüs terminalinin çevresindeki parklar, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelen insanlarla doluydu.
Hosteli seçerken ulaşım ve gezilecek yerlere yakınlığına dikkat etmiştim, haliyle bulması zor olmadı. “Hostel Museum Propido” Sava Nehri üzerindeki Branko Köprüsü‘nün çıkışında yer alıyor.
Booking‘deki puanlar ve yorumlar genelde yol gösterici olmakla birlikte Belgrad’daki hosteli biraz “overrated” bulduğumu söylemek zorundayım. İngilizce kelime için kusura bakmayın, “abartılmış” da diyebilirdim ama niyeyse hep cümle içinde kullanmak istiyordum bunu. Ehe! Hosteli, 50’sini devirmiş, “hükumet gibi” dedikleri hoş ve ilgili bir hanım işletiyordu da hijyen hak getire! Hani hostel dediğinin bile bir standardı vardır ya, işte burada yok. Klima yok, cam açsan ana caddeden gelen gürültü uyutmuyor… Daha sayarım da boş verin, özetle başka yerde kalın derim. Neyse ki dediğim gibi hostelin lokasyonuna diyecek sözüm yoktu. Yaşadığım kısa süreli şokun ardından kendimi dışarı attım.
Gün batımı yaklaşırken şehir turuma Belgrad Kalesi’nden başladım. Nam-ı diğer “Kalemegdan” aslında etrafı surlarla çevrili bir iç şehir. Belgrad’ın bilinen en eski yerleşim yeri. Etimolojik olarak adının Türkçe “kale” ve “meydan” kelimelerinden geldiği biliniyor.
Sava’nın Tuna Nehri’ne karıştığı noktada dik bir yamaç üzerine kurulu kale turistlerin ve bir banka oturup gün batımını izlemeyen isteyen Belgradlıların uğrak yeri. Gerçekten de güneşin Tuna üzerinde batışı ve şehir manzarası Belgrad seyahatimden arda kalan en keyifli anlardan biriydi.
İçinde ayrıca tarihi zindan, müze ve köşklerin yer aldığı Kalemegdan bir park içinden sizi şehrin en ünlü caddesi Knez Mihailova‘ya” çıkarıyor. Trafiği kapalı bu cadde kafe, restoran ve dükkanlarıyla günün ilk saatlerinden geceye dek canlılığını koruyor. Ortasından tramvay geçtiğini düşünün, sonra da belediye tarafından rezil edildiğini, bildiğiniz İstiklal işte!
Belgrad’daki ilk günümde, bir anma etkinliğine denk geldim. Sırp milliyetçisi kalabalık bir grup önlerinde din adamları, ellerinde Bosna Savaşı sırasındaki NATO bombardımanında hayatını kaybeden sivillerin fotoğrafları ile yürüyordu. Bizim ülkede süregelen Sırp karşıtlığını bildiğim için şunu söyleyebilirim ki, herhangi bir olumsuz yaklaşım ya da tepkiyle karşılaşmadım. Zaten, şehri dolaşırken karşınıza kalabalık Türk turist kafileleri çıkması işten bile değil.
Anne porsiyonu
Günü iyi bir yemek ve birkaç bardak bira ile tamamlamak istiyorsanız Belgrad zevkinize uygun bir mekan bulmakta zorlanmayacağınız şehirlerden. Balkan yemeklerinin Anadolu insanının damak tadına yakın olduğu herkesin malumu. Bununla birlikte Thai mutfağı da var, İtalyan restoranı da, hamburgerci de…
Ben ise her zaman olduğu gibi yerel tatlar peşine düştüm ve şehrim bohem bölgesi olarak anılan Skadarlija’nın yolunu tuttum. Skadarlija, “kafana” denen geleneksel taverna ve lokantaların sıralandığı Arnavut kaldırımlı, çiçeklerle bezeli bir sokak. Daha gidip göremedim ama bilenler için Paris’in Montmartre bölgesine benzetiliyor. Doğrusu zamanında oradan esinlenilerek yeniden düzenlenmiş. En ünlüleri Dva Jelena (İki Geyik) başta olmak üzere Belgrad’ın başlıca lokantaları Skadarlija’da yer alıyor. Mekanların hemen hepsinde canlı müzik var. Bizdeki fasıl kafasına yakın bir şekilde, müzisyenlerin seslendirdiği şarkılara masalar da eşlik ediyor. Her şey iyi hoştu da önceden rezervasyon almamış bir yalnız gezgin (bir başka deyişle sap) olarak masa bulmakta zorlandım. Neyse ki sonunda biraz kıyıda köşede kalmış, turistlerden çok yerel halkın tercih ettiği bir lokantaya oturabildim.
Birçok yerel yemeği Balkanlar coğrafyasının hemen her ülkesinde bulmak mümkün. Benim sipariş ettiğim “cevapi” de bir nevi kebap, şeklen de köfte. Altında küp doğranmış patates kızartması üstünde kaymak ile servis ediliyor. İrice 10 parmak köfteden oluşan tabak doyurucu olmanın ötesindeydi. Daha sonra anladım ki tüm Balkan coğrafyasında ‘porsiyonlar’ bizim alışık olduğumuzdan çok daha büyük. Sırp Dinarı kullanılan ülkede fiyatlar ise turistik mekanlar dışında bizdekinin yarı fiyatı. Yanında yerel bira ve salatayla cevapiyi ya da benzeri diğer et çeşitlerini mutlaka denemenizi öneririm.
Instagram hanutçuluğu
Yeme içme faslına dair önerebileceğim bir diğer yer ise ikinci gün keşfettiğim nehir kıyısındaki “Beton Hala“. Eski limanın yenilenen antrepoları bugün Belgrad’ın en popüler bar ve restoranlarına ev sahipliği yapıyor. Nehre bakan uzun bir veranda boyunca sıralanan mekanlardan bazıları gündüz sanat galerisi gece kulüp olarak hizmet veriyor. Belgrad’ın belki de en pahalı mekanları burada. Yinede Belgrad’ın pahalısı İstanbul ortalamasına denk geliyor.
Kulüp falan demişken Belgrad gece hayatını da aradan çıkaralım. İlk gün Belgrad’da çektiğim fotoğrafları gece hostelde instagram’a yükledikten sonra “Freestyler” isimli bir gece kulübünün sayfasından beğeniler yağmaya başladı. “Neymiş bu” falan derken, profildeki whatsapp numarasını ekledim, ertesi gün için rezervasyon aldım. Nehir kıyısına çekilmiş yüzer platformlar üzerindeki bu gece kulüpleri Belgrad eğlence hayatının önemli bir parçası. Çoğu sadece yaz aylarında açık olmakla beraber bazıları kışında hizmet veriyor.
Belgrad’daki son gecemde yapacak başka şey bulamayınca ben de kulubün yolunu tuttum. Adım kapıya yazılmıştı, sorun çıkmadan içeri girdim. Bira fiyatları 5 euro civarıydı. İki üç bira içtim birkaç saat takıldım. Bildiğiniz kulüp işte; yukarıdaki bir köprüde dansçı kızlar, aşağıda birbirini kesen insanlar… Pek kulüp insanı olmamakla birlikte havadar, düzgün bir yer olduğunu söyleyebilirim.
Sırbistan’ı severim Tesla’dan ötürü
Belgrad’ın Kalemegdan dışındaki başlıca tarihi ve turistik yapılar belli bir aks üzerinde sıralanıyor.
Karşılıklı konumlanan Sırbistan Parlamentosu ile Eski Saray 20. yüzyıl başlarından kalma tarihi mimari yapılar.
Onları biraz geçince Aziz Mark Kilisesi ile karşılaşıyorsunuz. Yapımı 1940’larda tamamlanan kilisede Doğu Roma mimarisinden esinlenilmiş. Kilisenin yanında ise geniş bir park yer alıyor.
Doğu Roma ya da Bizans’tan etkilenilen tek yapı bu kilise de değil. Dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi kabul edilen Aziz Sava da aslen Aya Sofya’nın bir taklidi. Katedral, Osmanlı tarafından yıkılan Aziz Sava Tapınağı’nın kalıntıları üzerine inşa edilmiş, 1989 yılında tamamlanmış. Bkz. Türkleri niye sevmiyorlar?
Belgrad’ın en çok turist çeken müzesi ise Sırp asıllı ünlü mucit Nikola Tesla‘ya ait. Aziz Mark ve Sava kiliseleri arasına denk düşen müzede Tesla’nın başlıca icatlarının aslı ya da replikaları ile kişisel eşya ve notları yer alıyor. Müze içindeki turun son ve en heyecanlı noktası Tesla’nın en önemli icadı alternatif akımın vücut bulduğu ve kendi adını taşıyan Tesla bobini ile yapılan gösteri oluyor.
Florasan lamba, telsiz, uzaktan kumanda, radyo, hidroelektrik santralleri… Hepsi Tesla’nın öncülük ettiği yenilikler. Thomas Edison ve doğrusal akım lobisi Tesla Reis’in ayağını kaydırmasa bugün nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk kim bilir?
Belgrad’da geçirdiğim iki günden notlarım bunlar… Hediyelik eşya, geleneksel tatlısı gibi başlıklara değinmediğimin farkındayım. Zira, pek aramamakla birlikte kayda değer, özgün bir obje görmedim. “Geleneksel tatlınız nedir?” diye sorduğumda ise bana “Palaçinka” denen içine çikolata sürülmüş krep getirdiler.
Saraybosna’da görüşmek üzere…
Bir yanıt yazın