PRAG… ŞEHRİ YAŞAMAK…

KEMAL HAMŞIOĞLU
KEMAL HAMŞIOĞLU

Prag: Daha geçtiğimiz aylarda bir haber okumuştum, “İstanbullu 700 çocuk Boğaz’ı ilk kez gördü” cümlesiyle özetlenebilecek.. Üzücü mü? Evet. Şaşırtıcı mı?.. E, kuşkusuz İstanbul’a özel bir durum değildir. Dünyanın diğer birçok metropolünde yaşayıp kentin simgesi sayılan yapı ya da mekânları görmemiş yığınla insan da vardır. Ki, görmek ya da gezmek de değil sanki mesele. Kaçımız işe Galata Köprüsü üzerinden yürüyerek gidiyor, ya da hangimizin rutini arasında Sultanahmet Meydanı’ndaki banklarda çay içip simit yemek?

Krakow’dan Prag’a geçerken bolca vaktim oldu, bunları düşünmek için… Peki düşündüm mü? Hayır. Gezen insan, yanında bir de arkadaşı varsa, makara kukara yapmak yerine niye melankoliğe bağlasın yahu! İleride bu girizgahı, Prag’a bağlayacağım. Söz…

petrin park
Petrin Tepesi’ne çıkan parktan heykeller

Pek bir memnum ayrıldığımız Krakow’dan Prag’a yolculuk yaklaşık 6 saat kadar sürdü. Önce otobüs ile Çek Cumhuriyeti-Polonya sınırındaki Ostrava‘ya, oradan da bağlantılı tren seferiyle -merak edenler için Leo Expres diye bir firma ile- Prag’a geçtik. 20 Euro falan tuttu.

Prag Garı, bizdeki Sirkeci ya da Haydarpaşa gibi müzelik bir konumda değil. Avrupa’nın dört bir yanına vızır vızır trenler işliyor. Gardan çıkıp kalacağımız hostele gitmek üzere tramvay hattına geçtik. Google’dan bakıp bindiydik de yanlışmış, indik diğerine bindik. Çok da zaman kaybetmedik ancak, bir şehre iner inmez harita ve ulaşım rehberi almakta fayda var. Gar ile kaldığımız hostel şehrin iki farklı ucunda denebilir. Ne kadar sürdü derseniz, toplasan yarım saat… O yarım saatlik sürede ne düşündüğümüzü iyi hatırlıyorum: Çok büyük! Sonradan anladık, değilmiş ama, yol üzerinde gördüğümüz her bina, geçtiğimiz köprüden şehrin görünüşü o kadar etkileyiciydi ki ister istemez, hepsini iki günde nasıl gezeceğimizi sorguladık.

Tramvaydan hostele kısa bir yürüyüşün ardından vardık. Prag’ı da tıpkı Budapeşte gibi -orayı da yazacağım- bir nehir ikiye ayırıyor. Ve yine Budapeşte gibi, bir tarafta kale diğer tarafta şehir merkezi yer alıyor. Bizim hostel işte o kalenin hemen eteklerindeydi. İki erkek tatile gidince ‘sosyalleşme’ adına yatakhanede 2 oda ayırtmıştık. Sonuç? Hüsran… Oraya hiç girmeyeceğim. Hostel iyiydi, Little Quarter… Temiz, merkezi….

Eşyaları bırakıp üstü başı değiştirdikten sonra kendimizi dışarı attık. O gardan almadığımız haritaları da otel lobisinden bulduk. Günü yarılamıştık o yüzden bir yerden başlama adına haritadan gezilesi görülesi en yakın noktayı seçtik: Petrin Tepesi.

petrin kule
Petrin Kulesi

“Fütüristik yapacağız” diye yola çıkmışlar, ferforje elektrik direği olmuş…

İstanbul’un Pierre Loti Tepesi neyse, Petrin de o desem yalan olmaz. Burası mezarlık üzeri çay bahçesi konseptinden biraz farklı kuşkusuz; yine de insanları o tepeye çıkaran motivasyon aynı: Manzara! Tepeye fünikülerle de, tepenin sırtlarına kurulmuş parktan yürüyerek de çıkmak mümkün. Biz baktık pahalı değil, atladık fünikülere… Tepede restoran ve gözlem kulesi ile birlikte bir de rasathane var. İnternette araştırırsanız gül bahçesinden falan bahsediyor da biz öyle Viyana bahçeleri -ki onu da anlatacağım- gibi bir şey görmedik. Mevsim de yazdı hani…

Elde kiloluk fotoğraf makinesi taşımanın gereği bir Prag manzarası çekelim diye merdivenlerden tırmana tırmana çıktık kuleye… Havanın biraz puslu olmasından mıdır, yol yorgunluğundan mıdır bilemedim, ne manzara ne de kule öyle ahım şahım geldi bana. Kuleyi bize bir nevi Eyfel olarak anlatmışlardı. Görünce, güldüm. Hani mimar, kent planlamacısı değilim de kulenin herhangi bir estetik, üslup için başyapıt olduğunu söyleyen varsa beri gelsin. Manzarayı sorarsanız…. Kuşkusuz güzel, Prag’da başka kulelerden daha iyilerini gördük, onun için böyle konuşuyorum. Sözün özü, öyle sıkışık bir programınız varsa Prag’daki zamanınızı Petrin ile harcamayın derim. Ha, benim söylediğimin ne önemi var? Zira, ben Pierre Loti Tepesi’nin de, manzarasının da fazla abartıldığını savunurum. Varın, siz düşünün…

Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?

Petrin’den indikten sonra yürüye yürüye şehrin diğer yakasına geçtik. Vltava Nehri üzerinde birkaç ada’cık’ var. Bizim geçtiğimiz köprünün ayağı da bu adalardan birine basıyordu. Ada belli ki çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Zira, o gün de “Prague Pride” adıyla düzenlenen LGBT organizasyonu vardı. Sadece ada değil tüm nehir ve nehir kıyısı bir etkinlik alanı. Tekne gezintisi, su sporları, kafeler, barlar… Hangisini denedik? Hiçbirini. “Daha neyi anlatıyorsun?” demeyin, iki günde her şeyi yapabileceğiniz bir yer değil Prag. Kaldı ki, nehir kenarına nazır bir mekana oturup bira içtik, o kadar da değil yani!

Avrupa’nın kalbi… Altın şehir… Masal şehri… Old town bölgesinde gezerken daha iyi anladım, Prag’ın neden bu sıfatları aldığını. Varşova’nın başına gelenden mi korkmuşlar bilemeyeceğim, Çekler zamanında Prag’ı yıkım olmaması sözü karşılığında Hitler’e teslim etmiş malum. Olayın politik doğruluğu üzerine ahkam kesmeden şunu söyleyebilirim ki, iyi yapmışlar. Zaten belasını buldu sonunda, en azından cağnım şehir kurtulmuş. Çok yüzeysel oldu fardındayım, itiraz edenlerle Prag’ı gördükten sonra konuşalım.

petrin prag genel
Petrin Kulesi’nden Prag manzarası

Bir turist silkeleme yöntemi olarak: Garsoniye 

Kalacağınız yerin, gezeceğiniz yerlere yakın olmasının sayısız avantajı var. Geçerken uğrar üstünüzü değiştirirsiniz, elinizdekini bırakırsınız vs. Biz de öyle yaptık akşam dışarı çıkmadan önce hostele bir uğradık ve old town’a döndük. Kentin iki yakasını bağlayan çok sayıda köprü var; bunların en ünlüsü, tarihi olanı ise Karl Köprüsü. İki yanında heykellerin sıralandığı kemerli bu taş köprü, kentin en önemli simgelerinden biri. Sokak sanatçıları, fotoğraf çekmeye, çekilmeye çalışan turistlerle günün her saati haraketli.

Seyahate her adımınızı planlı çıkmak kuşkusuz zaman ve bulunduğunuz yeri verimli gezme açısından faydalı da, biraz sıkıcı mı ne? Yani ben belli başlı notlar dışında tabiri caizse ‘aval aval’ dolaşmayı yeğlerim. Bir şehirde kaybolmak, turistik rotaların dışına çıkmak her zaman daha keyifli. Zaten ben de yazarken, “Şunu yapın, bunu yapın” dememeye, gittiğim, gördüğümü paylaşmaya çalışıyorum.

Nerede kalmıştık… Geçtik köprüden, başladık bir şeyler yiyip içebileceğimiz mekanlara bakınmaya. “U tri ruzi” diye kendi birasını üreten bir restoran gözümüze ilişti. Taze birasını denemek için hemen içeri girdik, ve fakat bir sonraki akşam için rezervasyon alarak çıktık. Bizden önce çok kişi keşfetmişse demek… Neyse ki biraz ileride, canlı müzik yapan bir başka yer bulduk: Live Jazz Restaurant Zlatý Dvůr. Bu ismi bir yerlere not edin! Böyle binaların ortasında bir avlu. Hava sıcak dışarıda masaları var, oturduk. Yemeğimizi söyledik.

Önce gulaş çorbası geldi, kase yerine içi alınmış sert kabuklu ekmek içinde servis edilen. Ardından soslu karışık et tabağı… Yanında soğuk bira… Porsiyonlar doyurucu, lezzet tatmin edici. Bu sırada klavye ile saksafonun eşlik ettiği hanımefendiyi dinliyoruz, keyifli… Yan masalar da turist ağırlıklı, ki buradan işkillenmeliydim. -bkz. Krakow- Yine de buraya kadar her şey güzel. Canlı performans bitti, yemekler de. Hesabı istedik. Açtık baktık, yüzde 10’luk garsoniye peşinen eklenmiş. Tamam, olabilir…

Hesabın onda biri kadar bahşiş Avrupa’da yazılı olmayan bir görgü kuralı gibidir, haklıdır. Koyduk parayı, bekledik getirdiler üstünü. Aldık, kalkıyoruz garson hesabın geldiği cüzdanı şöyle bir eliyle kapağını attırarak açtı. Baktı ekstra bahşiş bırakmamışız; yalan olmasın bir şey mi söyledi, sadece küçümser bir bakış mı attı, biz birbirimize baka kaldık. Sonra dayanamadı Onur -bkz. Krakow- atıldı garsona dedi, “E yazmızşınız oraya ‘tip’i daha neyin tribi?” Adam onun üzerine böyle bir geri adım, “Yok yani o yüzden demedim” gevelemesi. Sonuç olarak, yediğimiz içtiğimiz burnumuzdan geldi, dinlediğimiz de. “Ne var bunda büyütecek?” demeyin takarım ben! “Garsoniye” ile “bahşiş” aynı şey değildir de, menüye yazmak kaydıyla. Kaldı ki, hesapta da ‘tip’ diye not düşmüşsün.

Hadi onu da yapmadın, sen nasıl müşteriyi rencide edersin! Daha fazla uzatmayacağım, mekanın adını verebilmek için Google’da ararken karşılaştığım yorumlara siz de göz atarsanız haksızlık yapmadığımı anlarsınız.

prag kale gece
Aziz Vitus Katedrali ve Prag Kalesi

“Modumuzu düşürmedik”, geceye Prag sokaklarını arşınlayarak devam ettik. Bir kere, Prag çok iyi ışıklandırılmış. Gündüz gördüğünüz yerler, gece gözünüze bir başka geliyor. Anlatırken unuttum, Krakow’un belki de en büyük eksiği oydu. Yazık! Buradan bizi takip eden Polonyalı yetkililere sesleniyorum… Yalnız, Krakow yazısı ilk gün hepi topu 80 kişi tarafından okundu diye nasıl bir kalkışsa bu artık! Ne diyorduk… Karl Köprüsü’den şehrin ışıkları, kale muazzam görünüyor. Yürüyüşü ve geceyi otele yakın “Jo’s Bar” diye bir mekanda noktaladık ama orayı ikinci gün anlatacağım… Artık baştaki paragrafı da ikinci yazıda bağlarım.

Kemal HAMŞIOĞLU

instagram/kemalhamsioglu