Budapeşte:
BUDAPEŞTE GEZİ NOTLARI
Ben şehre hayran, sokak sokak gezerken Avrupa’ya göçmen dalgası daha bu kadar hız kazanmamıştı. En azından Budapeşte, garlarında Batı Avrupa’ya geçmek için bekleyen sığınmacılarla anılmıyordu. Yaşananlara tanıklık etsem hiçbir şey olmamış gibi gezinmeye devam eder miydim? İnanın bilmiyorum…
Budapeşte’deki ikinci günüme, gece ben dışarıdayken boş yataklara yerleşen, Meksikalı iki erkek kardeşle tanışarak başladım.
Galiba ‘karışık yatakhane’den aynı şeyi anlamıyorduk! Dimitri ile -aslında, Rus arkadaşın adını hatırlamıyorum, yazının devamında yine bahsederim falan, kolaylık olsun- Meksikalı kardeşlere, “Size doyum olmaz” deyip kaçtım. Meksikalılara neden isim vermediğimi sorarsanız, konakladıkları tek gecenin ardından o gün ayrıldılar.
Budapeşte Özgürlük Köprüsü
Buda Kalesi
Budapeşte Zincir Köprüsü
İlk yazıda bahsettiğim üzere bir kafede kahvaltı ettikten sonra, tarihi Özgürlük Köprüsü (Szabadság Híd) üzerinden Tuna Nehri’nin diğer yakasına, Buda Kalesi’ne geçtim. Tarihte Buda (Budin) ve Peşte diye ayrı şehirler olan bu iki yakayı, Tuna’nın üzerine kurulan ve günümüzde sayıları 10’u bulan köprüler birleştiriyor. O nedenle başta Macarların pek sevdiği Zincir Köprüsü (Széchenyi LancHíd) olmak üzere, nehre atılan bu kementler tarihi bir anlam da taşıyor.
Bugün çevresindeki modern yapılarla katbekat genişleyen Buda geşmişte, nehre hakim bir tepe üzerine kurulu, surlarla çevrili kalenin ta kendisini ifade ediyordu. Prag’ı anlatırken de dediğim gibi, kale aslında bir şehir. Derecelere 30’u devirten güneş altında Buda Kalesi’ne çıkmadan, hemen dibindeki kafede buz gibi bir bira içmiştim. “Gündüz vakti mi!” Evet, iyi de etmişim. Zira, kaleye çıkmak için ya fünikülere binmeniz ya da -yaklaşık 10 liralık ücreti çok bulan- benim gibi fünikülerin hemen sağından dolanan merdivenleri adımlamanız gerekiyor. Ki, o merdivenler karşınıza suyunu içebileceğiniz bir çeşme ve arkanıza Zincir Köprüsü’nü alıp özçekim yapabileceğiniz seyir terası çıkarıyor.
BUDAPEŞTE GEZİLECEK MÜZELER
Güneşliyken Barcelona, yağmurlu İstanbul…
Budapeşte Tarih Müzesi
Macaristan Ulusal Galerisi
Matyas Kilisesi
Kale içinde, Budapeşte Tarih Müzesi ile Macaristan Ulusal Galerisi’ni de barındıran Kraliyet Sarayı başta olmak üzere, çok sayıda anıt yapı bulunuyor. Kentte ulaşım gibi, müze ücretleri de Avrupa ortalamasının altında. Budapeşte Kart alarak, çoğuna ücretsiz girme hakkı da elde etmiş oluyorsunuz. “Yok, almayayım” diyorsanız müze girişleri 10 lirayı geçmiyor.
Ne yalan söyleyeyim, Viyana’nın aksine Budapeşte’de pek müze gezmedim. Onun yerine kalenin, şehrin sokaklarını arşınlayıp fotoğraf çekmeyi yeğledim. Kalede bugün biri beş yıldızlı Hilton olmak üzere sayısız otel, hostel, kafe ile konut var.
Özellikle bir Matyas Kilisesi var ki, belki de tüm Budapeşte’nin en özgün yapısı. Mimari açıdan “gotik” diyorlar kendilerine; ancak, ben –haddim olmayarak- bunun kiliseyi anlatmak için yetersiz bir tanım olduğunu düşünüyorum.
BUDAPEŞTE YEMEKLERİ
Gulaş
Renkleriyle Tuna’nın diğer yakasından bile göz alan çatısı, beyaz taştan duvarlarındaki ince işçilikle -bir kez daha Yüzüklerin Efedisi’ne atıfta bulunmamak için kendimi zor tutuyorum- masal çağlarından miras kalmış gibi görünüyor. Her cephesini fotoğraflamaya çalıştım; inanın her açısı ayrı bir binaymış hissi veriyor. Bu sırada, hoop! Gitti günün yarısı. Kilisenin hemen yanında, Peşte’ye nazır bir kafe-restoran var. Oturdum bir şeyler yedim, içtim. Dah önce bahsettiğim, Gulaş çorbasını da ilk orada tattım.
Bu arada hava daha sabahtan kapamıştı; akşama doğru ben kaleden ayrılırken ise şehrin üzerine kara bulutlar çöktü. “Temmuz günü ne kara bulutu” demeyin. “Yaz yağmurudur geçer” düşüncesiyle çok da umursamadığım bulutlar bir sağanak bıraktı ki, anlatamam.
Nehir kenarında yakalandığım yağmurdan kendimi bir köprü altına atarak kurtuldum. Yarım saat de olduğum yerden kıpırdayamadım. Öyle ki üstümü değiştirmek için metroyla hostele döndüğümde, sokakları basan sel nedeniyle bir süre istasyondan çıkamadım. Demem o ki, yaz da olsa Budapeşte gibi bir Orta Avrupa şehrine gidiyorsanız çantanıza bir naylon yağmurluk atmak hiç fena olmaz.
Güneşin batmasına yakın dönebildiğim hostelde yeni oda arkadaşlarım vardı. Kanada’nın Fransızca konuşulan Quebec’inden iki kız. Yaşları 19… Gerçekten bıcır bıcırlardı. O an, üçüncü gün için başka bir hostelde tek kişilik oda kiralamaya karar verdim! Elveda Dimitri…
Kont Dracula’nın şatosu
Gozsdu Udvar‘da -hani şu Çiçek Pasajı’na benzettiğim- yemeğin ardından Szimpla Kert‘te noktaladığım gecenin sabahı Booking‘den rezervasyon yaptığım yeni hostele geçtim: Zsofi’s House. Hostele gittiğimde pek de hoş olmayan bir sürpriz ile karşılaştım. Bir katında hostelin bulunduğu tarihi bina restorasyon altındaydı. Bir an başka hostel aramayı düşünsem de, “Ne olacak, bir gece değil mi” diyerek, vazgeçtim. İyi de oldu. Evet dış cephe komple iskelelerle kaplıydı ancak, hostel son derece rahat ve temizdi. Ayakları aynı isimli adaya basan Margaret Köprüsü’nün (Margaret Hid) yanı başındaki hostel çok merkezi bir konumda. Budapeşte’ye ikinci kez gidersem -ki niyetim o- yine aynı hostelde kalabilirim.
Adadan önceki ilk durağım Kahramanlar Meydanı (Hősök Tere), Peşte’nin kuzey bölümünde yer alıyor. Mesafe olarak, gitmek için metroya binme ihtiyacı hissettiğim tek yerdi. Ortasında melek heykelinin yükseldiği anıt Macar Kralı Istvan’ın hristiyanlığa geçişini sembolize ediyor. Yarım ay şeklinde sıralanan sütunlar arasında ise, çoğu Osmanlı’ya karşı savaşmış, Macar komutanların heykelleri sıralanıyor.
Meydan, bir yanında Budapeşte Güzel Sanatlar Müzesi, diğer yanında ise Budapeşte Sanat Sarayı ile kentin en çok turist çeken noktaları arasında. Şaşırtıcı olmamakla birlikte, ben de burada iki otobüs dolusu Türk turist ile karşılaştım. Japon taklidi yaparak yoluma devam ettim.
Anıtın hemen arkasında ise uçsuz bucaksız Şehir Parkı (Városliget) uzanıyor. Bu kadar büyük parkları olan bir Varşova’yı görmüştüm, bir de Budapeşte’yi. Hayır, vardır illa da ben görmedim. Botanik ve -karşı olmakla birlikte- hayvanat bahçelerini de barındıran parkta ayrıca şehrin ünlü restoranı Gundel de yel alıyor. Hiç işim olmaz! Benim ilgimi çekense büyükçe göletin kıyısında yükselen Vajdahunyad Şatosu oldu. 19. yüzyıl sonlarında, Transilvanya’daki bir benzerinden esinlenerek inşa edilen şatoda, 1931 tarihli Dracula filminin Macar asıllı başrol oyuncusu Béla Lugosi’nin de bir heykeli var. Şato bugün ise Macar Tarım Müzesi‘ne ev sahipliği yapıyor. Bkz. “Köylü milletin efendisidir!”
Yaz günü yeşil çimlerine serilip dinlendiğim parkla ilgili son bir not… -Yeni yıla Budapeşte’de girerek beni hasetten çatlatacak Eda-Volkan çifti sözüm size- Parkta kış ayları Avrupa’nın en büyük açık buz pisti kuruluyor.
Pazar hep beraber koşuya başlıyoruz!
Dönüşte metro hattı üzerinde yer alan opera istayonunda inip Budapeşte Opera Binası‘nı fotoğrafladım. Avusturya’nın gölgesinde kalmış, yoksa Macaristan operası da çok köklü bir geçmişe sahip ve günümüzde de hayli popüler. Fiyatlar Viyana’dakinin neredeyse yarısı kadar ancak daha önce dediğim gibi yaz ayları sahneleri açık bulmak pek mümkün olmuyor. Ki, açık bile olsa yer bulmak için bileti haftalar öncesinden almak gerekiyor.
Budapeşte’deki son günümdü ve daha Margaret Adası‘nı gezememiştim. O yüzden, geçerken yol üstündeki hostele bir uğrayıp toplasan 200 metre mesafedeki adaya koştum. Yazı yine uzadı ve anlatacaklarım çok, o yüzden kısa tutmaya çalışacağım. Aslında Margaret Adası üzerine tez yazarım!
Tuna’nın genişleyen bölümünde Buda ile Peşte’nin tam ortasında yer alan ada, şehrin oksijen deposu. Yapılaşma çok az. Dört yıldızlı Danubius Hotel dışında turistik işletme yok. Tepesinden -ulu ağaçların izin verdiği kadarıyla- şehri gözlemleyebileceğiniz Margaret Adası Su Kulesi ile yanıbaşındaki modern Margaret Adası Açık Hava Sahnesi‘ni unutmayayım. Adanın geri kalanıysa parklar, çiçek bahçeleri, çocuklar için at çiftliği gibi sosyal alanlara ayrılmış.
Küçük bir futbol stadyumunun da buluduğu adada Budapeştelilerin denizden yoksunluğunu biraz olsun giderecek Budapeşte Olimpik Yüzme Havuzu da var. Yaz tatilinden illa çimmeyi anlayanlara duyurulur… Adada en çok hoşuma gidense boydan boya uzanan yüzlerce metrelik tartan koşu pisti oldu. “Macar atlet” ifadesinin kulağımda neden yer edindiğini adayı gördükten sonra daha iyi anladım. Bir şeyler atıştırdım, çimlerinde yuvarlandım, yürüdüm yürüdüm…
Aklıma gelmişken, Margaret’ın hemen yanında bir de Óbudai Adası var ki orada da ağustos gibi Sziget Müzik Festivali düzenleniyor. Alçak Onur, -bkz. Krakow– Varşova’ya işte o festivali bırakamadığı için bir gün geç gelmişti. Festivali de umarım bu yıl katıldıktan sonra anlatırım.
“Tarihle yüzleşmek” dedikleri…
Bir gün önce hava yağmurlu olduğundan Tuna kıyısındaki gece gezintisini son güne bırakmıştım. Zaten sabahına da İstanbul’a uçuyordum, o nedenle ada dönüşü hostelde üstümü başımı değiştirip son bir kez Peşte’yi turladım. Kentin irili ufaklı sayısız meydanlarından birinde dikkatimi bir anıt çekti. Üzerine yırtıcı bir kartalın çöktüğü melek heykelinin çevresi kağıtlar, pez barçaları envai çeşit obje ile donatılmıştı. Ne olduğu ancak, oradaki küçük toplulukla konuştuktan sonra anladım.
Sayıları toplasan 30’u bulmayan, çoğu orta yaş ve üzeri Macar, ülkelerinin de- devletin iddiasının aksine- İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlarca işlenen suçlarda sorumluluğu olduğunu savunuyordu. Macaristan’ın masumiyetini iddia ve temsil eden anıta da bu nedenle karşılardı. Etrafta ne bir polis, ne onlara karşı gösteri düzenleyenler vardı.
Olup biteni sorduğum adam, bir metin çıkarıp uzattı. Bir yıldır her gün orada toplananlar, seslerini duyurmak için bildirilerini onlarca dile çevirmiş. O metni, yazının sonunda aynen paylaşacağım. Umarım okursunuz… Ancak oradan bir cümle var ki, aylar sonra Macaristan sınırında çocuğunu kucaklamış göçmene çelme takan kadın kameraman ile hatırladım. “Macarlar arasında hem suçlu hem masumlar bulunmaktadır…”
Neden başkanlık sistemine karşıyım?
Korkmayın daha fazla siyaset yapmayacağım. Size gördüğüm en iyi ışıklandırılmış şehrin en güzel yapılarından Macaristan Parlamentosu ile geçirdiğim akşamı anlatacağım. Peşte merkezini boydan boya dolanıp Zincir Köprüsü’ne geldim.
Hava kararmış Budapeşte ışıklar altında parıldıyordu. Önce köprüyü, ardından köprü üzerinden Buda’nın tarihi yapılarını; köprüyü geçince geri dönüp Peşte’yi fotoğrafladım. Saatlerce… Ve adım adım Parlamento’nun karşı kıyısına durdum. Macaristan Parlamentosu özellikle gece manzarası ile yer küre üzerinde en fazla fotoğraflanan binalardan olsa gerek. O gece de Türk’ünden Japon’una çok sayıda turist kameraları, telefonları, tost makineleriyle oradaydı. Onlarca kare çektim. Klişe mi? Evet. Olsun… Yine de çok güzeldi.
Hostel dönüşü bir birayla noktaladım geceyi. Sabah da önce birkaç hediyelik almak üzere Central Market Hall‘e, oradan da havalimanına geçtim. Geriye dönüp baktığımda öyle unutamayacağım bir anı diyemem. Başıma çok ilginç bir şey de gelmedi. Neden çok sevdim Budapeşte’yi? Belli bir nedeni yok. Belki de tam bu yüzden…
Özgürlük Meydanı’ndaki güzel insanlara selam olsun…
Kemal HAMŞIOĞLU
2013 yeni yıl gecesinde Macar hükümeti, 19 Mart 2014’ten önce Alman İşgali Anıtı’nın Özgürlük Meydanı’nda yapılması için karar verdi. Bu meydanda iki herkel vardır: Almanya’nın sembolik kartalı ve Başmelek Gabriel. Gabriel Macaristan’ın İkinci Dünya Savaşı’nda masul olmasının sembolüdür.
Bu meydandaki protesto bu yüzden bugüne kadar devam ediyor. Bu anıtın resmi adı “Alman işgalinin savaş kurbanlarının anıtı”dır. Bu ne tarihsel ne de sanatsal olarak doğru.
- Macar topraklarımıza giren Almanlar gamalı haç taşıyorlardı, sembolik kartalı değil.
- Macaristan ve Üçüncü Reich arasında ittifak olduğu için Macaristan işgal edilemedi, bu sadece bir askeri operasyondu.
- Macarlar arasında hem suçlu hem masumlar bulunmaktadır. Macar administrasyon sistemi ve birçok Macar sivil 470 bin Yahudi’nin, 15 bin Çingene’nin ve binlerce homoseksüelin suçlanması, sınır dışı edilmesi ve katledilmesine katıldı.
- Birçok heykeltraş bu heykelin geleneksel anıtlara benzemediğini belirtti.
Protestonun ilk adımı tarihi düzeltecek, sahtekar bir heykelin yerine gerçek bir anıt yapmaktı. Bu nedenle kamptan hayatta kalanlar, onların torunları ve onların sempatizanları kendi özel eşyalarını, fotoğraflarını, evraklarını, mumları ve anı taşlarını bir “Yadin Canlı Anıtı” kurmak için getirdiler.
Bir yıldır her öğleden sonra saat 17.30 ile 18.30 arasında canlı zincir yaparak, konuşarak ve şarkı söyleyerek burada protesto ediliyor. Sonra saat 18.30’dan 20’ye kadar “Macarların anıtını kendi konuşmamızla, kendimiz yapalım” sloganı ile canlı anıt tartışması yapılıyor. Sonuç olarak, kendi yasalarını hiçe sayarak, 20 Temmuz gecesinde bir grup askerin eşik ettiği işçiler buraya gelmiş ve gizli gizli bu heykelleri sütunların üstüne koymuşlar.
Bugüne kadar ise resmi bir açılış töreni yapılmadı.
Not: Bariz yazım hataları düzeltilmiştir
Bir yanıt yazın