Stockholm:
STOCKHOLM MÜZELERİ
Siz hiç rahatsız olmayın, ben sessizce şuraya iltica ederim.
Stockholm kart mı alsak bireysel mi gezsek derken StockholmCard’ın artık kaldırıldığını öğrendiğimiz an biraz yıkılma anı oluyor. Kart 300 TL civarı ama gezeceğiniz yerleri düşünürseniz aslında daha mantıklı. Bot turu, müzeler ve restoran indirimleri var. Yani varmış, bir zamanlar…
VasaMuset
Kart bulamadığımız için müze seçimi yapmak zorundayız. İlk müzemiz VasaMuset. 17. Yüzyıl zamanında büyük işçilikle gelin gibi süslenmiş, ama süsüne önem verirken aerodinamiği es geçildiği için limandan çıktığı andan birkaç metre uzaklıkta batmış savaş gemisi. Neredeyse bütün mürettebatını kaybeden Vasa, yıllar sonra gün yüzüne çıkarılıp bu müzede bakılmış, korunmuş ve sergilenmeye başlamış. Oldukça ihtişamlı bu gemiyi görmenizi tavsiye ederim. Bilet parasını şu an hatırlamıyorum ama yine bir 40 – 45 TL’si var.
NORDISKA MUSEET
Vasa Müzesi’nden sonra 72 saatlik sınırsız biletle binin binebildiğiniz otobüse, metroya… Gün bitmeden kendimizi İsveç Kraliyet Ailesi’nin hâlen yaşadığı Royal Castle’da buluyoruz. Oldukça büyük bu saray 3 bölümden oluşuyor. Alacağınız bileti 24 saat kullanabiliyorsunuz. Yani bugün yoruldum, diğer odaları yarın gezerim derseniz gayet uygun. Biz üç bölümünü de bir buçuk saate sığdırıyoruz. Oldukça ihtişamlı bir saray. Gezilebilecek yerlerden biri. İkide iki doğru tercih yaparak müzeler konusunda boşa para harcamadığımız için şimdilik mutluyuz.
STOCKHOLM GAMLA STAN
Gamla Stan bölgesine geri döndüğümüzde müzik sesleri kulağımıza çalındı. Ama ne eğlence. Ne oluyor ne bitiyor derken kendimi hare krishna’ların arasında, kol kola dans edip şarkı söylerken buldum. Stockholm, işte şimdi istediğim kıvama geliyordu.
Hostele gelip biraz dinlendikten sonra kendimizi Södermalm bölgesine yönlendiriyoruz. Buralar şehrin bohem bölgesi diye geçiyor. Biz gündüz gözüyle göremedik, siz gündüz gözüyle de görün. Geleneksel yemeklerini tırım tırım ararken –tabii aynı zamanda cep yaklamayan- uygun fiyatlı bir yer bulup giriyoruz. O da nesi! Restoranın sahibi ve çalışanları Türk. Biz yerel halkın işlettiği yerler ararken “Kadir, gel oğlum arkadaşlar Türk!” isimli eseri duyuyoruz. Oradaki abilerden o bölgenin komple Konya nüfuslu olduğunu, restoran sahiplerinin de çoğunun Konyalı olduğunu öğreniyoruz. Türkü Türkü Türkiyem, her yerde.
İsveç soslarıyla meşhur. Tatlı ekşi sosları pek sevmem ama bu soslar bir farklı. Meyve püreleri, frambuaz, frenk üzümü filan var. Baya güzel. Biftek ve patatesle harika oluyor. Tavsiye edilir. İsveç’in yerel biraları arasından Grandes, Norrland Guld ve Fatöl gayet güzel. Hatta Fatöl, Efes gibi her yerde var. Burada yediğim küçücük kıyılan et ve patates kızartması üzerine konan yumurtalı yemeği oldukça lezzetli. Adını hatırlamasam da menüde görürseniz yiyin.
STOCKHOLM GEZİLECEK YERLER
Üçüncü gün
Stockholm benim için bir masal diyarı kadar güzeldi. Anlatılmaz yaşanır denilen cinsten. İnsanları güler yüzlü, yemekleri lezzetli, hamur işleri, tatlıları var. Gezilecek yerleri çok, gezdiğiniz her yer tarih. Her yer bir tablo.
Üçüncü gün hava da şaşırtıcı bir şekilde hâlâ güzelken kanal turuyla geçti. Kanal turu yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. 60 TL civarında ama geçtiğiniz yerler çok güzel. Aslında mevsiminden dolayı adı Winter Boat Tour, ama mevsim kendini şaşırdığı için gayet bahar turu. Yine de açık tarafta oturunca iyice sarınmanız lazım. Ne olursa olsun soğuk. Geçilen kanallardan tarihte bir tur atıyor gibisiniz. Ülkenin her yeri zenginlik içinde ama bazı yerleri daha bir zenginlik içinde. Denize sıfır yapılmış karizmatik binaları ve köşklerinde oturanlar haddinden fazla zengin. Aslına bakarsanız buranın Kalamış’ı gibi. Ama orada daha bir zengin duruyor.
Üçüncü günün şafağında Kulturhuset’ten doğuya doğru baktığımızda Stockholm’ün eğlence hayatını keşfediyoruz. Birger Jarlsgaten isimli caddenin gecesinin de gündüzü kadar hareketli –tabii çok daha hareketli- olduğunu görüyoruz. Stockholm halkı gece kulübü kafasını seven bir halk. Hepsi iki dirhem bir çekirdek. Kızlar etekli, topuklu ayakkabılı, erkekler kaşe paltolu, gömlekli, köşele ayakkabılı. Spor ayakkabılı kimse yok. Herkes oldukça şık ve havalı.Herhangi bir gece kulübüne girmedik, girmek de pek yiyecek gibi değil. Hem kıyafetten hem paradan. Ama bu caddeyi ve bu bölgeyi biz çok sevdik.
Skansen
Dördüncü Gün
Stockholm’de dördüncü gün, hangi müzeye gitsek diye düşünürken tam geçiyordu ki ekşisözlük sağ olsun, algılarımızı Skansen’e açtı. Skansen, Vasa Müzesi’nin birkaç durak ilerisinde olan bir açık hava parkı. Parkın tam karşısında müdavimleri için ABBA Müzesi de var. Skansen, İsveç’in köy hayatını yaşatan, içinde İskandinav hayvanlarının, İskandinav evlerinin bulunduğu huzur verici bir açık hava parkı. Özellikle baharda ve yazda harika olacağını düşünüyoruz. Şarabınızı, biranızı alıp burada uzun saatler keyif yapabilirsiniz. “Adamların koyunu bile bilgiç bilgiç bakıyor, bal porsuğuna bak tam bir canavar.” diyerek buraya olan hayranlığımızı da geride bırakarak bir İsveç köftesi yemeden dönmeyiz diye başlıyoruz araştırmalara. Ve kendimiz Gamla Stan’ın içinde bir restoranda buluyoruz.
Abba Müzesi
Tabii ki sahibi Türk çıkıyor. Bu sefer de Midyatlı. Gamla Stan bölgesi de Mardinliler’in elindeymiş. Bizde de midye sektörü Mardinliler’in elinde deyip küçük bir şakayla yemeğimizi söylüyoruz. İsveç köfte, isli somon ve bizim ekmekli köftemize benzer bir başka köfteyle birlikte yemek şöleni başlıyor. İsveçliler gerçekten ağızlarının tadını biliyor.
Son gün… Son üzücü saatler…
Bir yeri çok sevip orayla bağ kurduysanız, oradan ayrılması çok zordur. En azından benim için öyle. Stockholm sanki bana gitme diyordu, gitme kal bu şehirde… Hava açtıkça açmış, güneş parladıkça parlamış, olması gereken her şey en güzel hâliyle olmuştu. Gitme diyordu arkamdan şehir. Sussam çaresi yoktu, konuşsam gönül razı değildi. Stockholm’e aşık olmuştum artık. Ama aşkımız burada kalmalıydı. Ne ben orada kalabilirdim, ne Stockholm benimle gelebilirdi. Biz ayrı ülkelerin insanlarıydık.
Ayrılmadan birkaç saat önce “Sana bir tepeden bakayım aziz Stockholm” diyerek şehri tepeden izleyebileceğimiz CityHall binasına doğru yola çıktık. Şehrin belediye binası olan bu yer, her şeyi boydan boya izleyebileceğiniz bir yere kurulu. Ama ne yazık ki kışın kule kapalı! Nisan’a kadar da açık değil. Olsundu, tepeden görmek için bir kez daha gelme fırsatımız olacaktı belki de. Belki de onu birkaç yıl sonra bir yaz günü görecektim.
Artık ayrılış vakti gelmişti ve ben Stockholm sendromunu yanlış anlamıştım. Benim için Stockholm Sendromu, Stockholm’e aşık olmak, özlemek, “İstanbul en güzel şehir” diyenlere kafa tutmak, “geçen hafta bugün ne güzel de Stockholm’deydim.” diye hayıflanmak, üzülmek ve “Neden orada yaşamıyorum ki?” diye depresyona girmek oldu. İşin özeti şu: Stockholm çok güzel, gitsenize.
Yazının ilk bölümü burada: Sendromu yanlış anlamak!
Bir yanıt yazın