Henüz Norveç uçağına binmemiştik ki Kemal’in verdiği gaz ve Pegasus Plus’ın bize verdiği puanlarla Berlin biletimizi Haziran’ın 16’sı için aldık. Yeni bir yeri görmenin heyecanını daha yaşamadan, başka yeni bir yeri görmenin heyecanıylaydık. Bu heyecanla, turlarımıza yeni katılan Nurçin’i de gaza getirdik. “Aaaa bundan sonra birlikteyiz” diyerek biletini almış bulundu.
Yerimizi yine Booking.com’dan ayırttık. Bu sefer Kemal’in “Berlin rehberi benden sorulur.” Sözlerine ikna olduk. Berlin’in merkezlerinden biri –merkezlerinden biri diyorum çünkü çok merkezi var- Mitte bölgesinde Cube Lodges Mitte’de odamızı ayırttık. Burası, şehrin merkezinde hatta göbeğinde, plaj konseptiyle hazırlanmış bir hostel. İçinde birkaç tane plaj voleybolu sahası var. Deniz tabii ki yok, e havuz? O da yok. Sadece sanal bir plaj!
Yaklaşık 3 metrekare – aslında bence daha bile az- küçük küp odaları var. İlk girdiğimizde “bu odada nasıl kalırız, rüzgârda uçuk gitmesin, nefesimizle boğulmayalım” derken bir süre sonra şakalar üzerine şakalar yapıp küçük gördüğümüz odamız, son gün bizi kendine bağlamayı nasıl başardı? The Room filmini izleyenler bilir, yıllarca küçücük bir odada hapsolan anne çocuk, odadan kurtulur ama çocuk odaya bağlılık duyduğu için orayı özlemeye başlar. Filmin detayları var tabi ama bizi de kendine bağlamayı başarmıştı bu cube’ler.
Küçük bir flashback yaparak uçaktan inip, merkeze gitmeye başladığımız ana geri dönelim. Havaalanından TXL Express isimli otobüs ile Berlin’in central station’ının bulunduğu merkezi Alexanderplatz’a gelip buradan tram ile hosteli ya da gideceğiniz herhangi bir yeri bulablirsiniz. Tram, tren, metro, otobüs gibi çeşitli ulaşım araçları bu merkezden kalkıyor.
Berlin’e gelmeden önce BerlinWelcomeCard’ı araştırmıştık. 48 saatlik, 72 saatlik, 4, 5 ve 6 günlük ulaşımı kapsayan biletler alabilirsiniz. Biz 72 saatliği tercih ettik. Sadece ulaşım için 27.50 Euro verebilir, Müzeler Adası’ndaki 5 müzeyi ücretsiz gezmek ve diğer müzelerde indirim kazanmak için 42.00 Euro verebilirsiniz. Eğer dönüşünüz SXF’dansa ve Postdam’ı görmeye de vaktiniz varsa ABC’yi kapsayan bileti tercih edebilirsiniz. Bizim dönüşümüz SXF Havaalanı’dan olduğu için biz bunu tercih ederek 44.00 Euro ödedik. Bu arada Berlin yürü yürü bitmez. En azından ulaşım kartı almanızda fayda var.
Müzeler Adası için de yorumum, Bergama Müzesi – Türkiye’deki Bergama Tapınağı’nın komple taşındığı müze- oldukça güzel ama 2 saat kuyrukta beklemeniz gerekecek. Biz 5 müzeden ancak 2’sini gezebildik. Bu arada Berlin kartı online da alabilirsiniz. Bu adresten: BerlinWelcomeCard
TXL otobüsüydü, M10 tram’ıydı derken hosteli bulduk. Kemal, Amsterdam’dan geçtiği için erken gelmiş, plajda Avrupa Şampiyonası maçını izliyordu.
Yerleşme vs. bittikten sonra bize sadece 1 durak uzaklıkta olan Mitte’nin alışveriş caddelerinden Hackescher Markt’a 3 durak ters yöne gidip, sonra geri gelerek 7 durakta ulaşmış bulunduk.
Burası bizim Nişantaşı’na benziyor. Baya da güzel. İkinci el kıyafet satan yerler, pub’lar, cafe’ler, restoranlar var. Yıllardır görmediğim arkadaşım Hülya’nın rehberliğinde buraları gezmeye başladık. Şimdi buraları yazarken annemin tepkisi gözümün önüne gelecek: Ramazan’da içki mi içtiniz? İçtik anne, seferiyiz sonuçta ve Berlin’de olan Berlin’de kalır. Belki de yüzlerce çeşit Alman Birası içinden tadım turu yaptık diyelim. Hülya’nın “Almanya’da kimse sokakta boş gezmez, gelin şu bakkaldan bira alalım” demesiyle Alman Biraları’nın tadına varmaya başlamıştık. Onlar ne güzel biralar ya. Şerbet, şurup. Nasıl anlatılır ki? Siyahı ayrı güzel, beyazı ayrı. Berlin’de gerçekten insanlar eli boş gezmiyor. Herkesin elinde su niyetine bira. Ama kimse sarhoş değil, gayet ölçülü bir şekilde geziyor. Sanki ice-tea içer gibi. Dükkanlara, metrolara, otobüslere ellerinde birayla girebiliyorlar.
Bu bölümü gezdikten sonra Berlin Bira Bahçesi olarak da bilinen Prater Garten’e doğru yolumuzu devam ettirdik. Berlin’de yeşil ve pembe biralar da çok moda. Bardağın içine yeşil ya da pembe şurup ekleniyor. İsterseniz karışım olarak şişede de var. Ama biz Prater Garten’de karışımımızı kendimiz yaptırdık. Tadı Cider’e benzeyen, jelibon gibi bir bira. Tatlı ve çok güzel. Bir kısmımız yeşili daha ferah buldu. Ama pembe de gayet iyi, ikisini de deneyin.
Sokaklarda dolaşırken apartmanların önünde yerlerde sarı plakalar görebilirsiniz. Bunların üzerinde savaş döneminde o apartmanda yaşayıp öldürülmüş olan Yahudiler’in isimleri yazıyor.
Almanya – İngiltere maçı başlamadan Prater Garten’den uzaklaşmak zorunda kaldık. Ortam yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Sıradaki durağımız Alexanderplatz! Burası AVM’ler ve mağazalarla canlı olan bir meydan. Taksim gibi, Bahariye gibi. Eğer alışveriş niyetiyle Berlin’e geldiyseniz, İngiltere’de de olan ve oldukça ucuza kıyafet alabileceğiniz Primark’ın üç dört katlı mağazasını ziyaret edebilirsiniz. Genelde Çin, Hindistan, Vietnam ve Türkiye yapımı kıyafetler var ama 10 Euro’ya gayet güzel gözüken elbiseler alabilirsiniz. Ben İngiltere’den 10 Pound’a almıştım.
Şunu da söylemek lazım, Brikenstock, Adidas gibi Alman Malları burada hiç ucuz değil. Bir ümit belki buluruz dedik ama altın yerinde ağırdır sözleri tekrar gerçek oldu.
Berlin’de ilk gün böyle geçti. Almanya maçından dolayı tıka basa dolu olan hostelin plajından hiç bahsetmiyor ama tüm Berlin’in orada olduğunu söyleyebiliriz.
Berlin’de ikinci gün… Ne yağdın be arkadaş!
Berlin’de ikinci güne şiddetli sağnak yağış ile başladık. Durmadı arkadaş, durmadı. Bir yağmur hiç mi durmaz? Durmadı. Neyse ki hazırlıydık. Yani bir kısmımız. Şemsiyelerimiz, naylon yağmurluklarımız bugün için buradaydı! Yine iki durakta gidebileceğimiz Müzeler Adası’na gitmeyi başaramayarak bindiğimizden fazla yürüyerek ulaştık.
Bizdeki adı Bergama Müzesi olan Pergamonmuseum’a girebilmek için yağmur altında 2 saat bekledik. Müze, olduğu gibi taşınması – yer değiştirmesi de diyebiliriz- ile birlikte oldukça da güzel korunmuş. Bu müzeyi görmemiz çok iyi oldu fakat Jewish Museum ya da Topography to Terror’ü tercih etmemiz bir tık daha mantıklı olabilirdi. Çünkü gezi sonunda buralara pek vakit ayıramadık. Bu arada başta da söylediğim gibi Berlin Welcome Card’ın müze seçeneği buradaki 5 müzeyi kapsıyor. Ama biz 2 tanesine vakit ayırabildik.
Berlin’in simgesi olan Brandenburg Kapısı’ndan geçerek sokak yemekçilerinin olduğu yerde buradaki ismi currywurst olan salçalı ve üzerine köri tozu serpilmiş sosisinden yedik. Buralarda çok meşhur olan bu sosis, oldukça da lezzetli.
Gelirseniz muhakkak yiyin, bol bol yiyin. Zaten çok fazla da kendi yemekleri yok. Genelde her yer Turkish Döner Kebab.
İkinci günümüze de eşlik eden Hülya ve eşi Jörg, bizi Merkel’in ofisine, Checkpoint Charlie’ye ve Anı Labirentleri’ne götürdü. Nehrin kenarındaki tarihi mekân Ständige Vertretung’da çeşitli Alman Biraları’nı denedik. Berlin’e giderseniz denemeniz gereken birkaç bira ismi önereyim.
Becks: Bizde de olan Becks, Almanya’nın en çok ihraç edilen markası. Bunu bizde de bulabileceğiniz için bulamayacaklarınızı tercih etmenizde fayda var.
Berliner Pilsener, Gilden kölsch (Köln’de demlenen biralar), Gaffel Becker kölsch, Päffgen Kölsch, Flenceburger Pilsener, Köstritzer, Munich Helles, Paulaner deneyip önerebileceklerim.
Hülya ve Jörg ile geçirdiğimiz güzel günün sonunda ertesi gün nereleri gezmemiz konusunda aldığımız yerel yardım ile birlikte vedalaşarak ertesi gün Kreuzberg hakkında detaylı bilgilere ulaştık.
Yazının devamı için tıklayın: Berlin… Duvara Karşı
Bir yanıt yazın