Berlin: “Cartel yan yana can cana beraber, Almanya’nın caddelerinden al sana haber.”
Berlin’de Türkler’in en çok bulunduğu bölge olan, kısaca Türk Mahallesi Kreuzberg, “Berlin’in Küçük İstanbul“u olarak da anılıyor. Dönerci, bar, nargile kafe, pub, baklavacı ve gece kulüpleri iç içe geçmiş durumda. Eskiden komple Türkler’in hakimiyetinde olan bölge, zamanla daha cool bir yapıya kavuşarak Galata, Karaköy, Cihangir kafasına bürünmüş ve bohem mekânlarla dolu güzel bir bölge olmuş. Gitmeden önce “ya yeterince Türk görüyoruz zaten, Almanlar’ın takıldığı bir yerlere gidelim” önyargımızı gerçekten kırdı. Herkes orada. Özellikle gece hayatında barlar Almanlar’la dolup taşıyor. Kosmopolit bu bölge sanatçı mekânı da diyebiliriz. Hatta okuduğum bir yazıya göre David Bowie de bir albüm kaydı sırasında bir süre bu alanda yaşamış. Berlin in Berlin filmi de burada çekilmiş. Biraz da özgürlükler bölgesi aslında. Farklı görüşten, farklı görünüşten olan herkes burada.
Gündüz gezmesi de akşam gezmesi de oldukça keyifli. Biz önce gündüz gözüyle görelim istedik. Dilek Çiçekçisi, Derya Bakkal, Sevgi Börekçisi, Gaziantep Baklavacısı ve Türkiye’ye ait daha birçok dükkân. Sokaklarında yürürken herkesin Türkçe konuşmasına şahit olabilirsiniz.
Yavaş yavaş karnımız acıkmaya başlarken, övgüsünü duyduğumuz Mustafa’s Gemues Döner’i denemek için google’dan haritalarımıza konumumuzu ekledik. Yaklaşık yarım saat sıra bekleyeceğimiz bir kulübe olarak gelen bilgide Alman, İtalyan, İspanyol herkes Mustafa’nın sebzeli döner büfesi önünde inanılmaz bir kuyruk oluşturmuştu. Merakımızla birlikte 1 saatten fazla bu kuyruğu bekledik. Bir yandan “İstanbul’da olsa dönerin yüzüne bakmayız” dedik, ama yine de bekledik. Bizde 2 ile 5 tl arasında yiyebileceğimiz tavuk dönere 4.5 Euro verdik ama içine koyduğu sebzelerde oldukça dolu ve değişikti. Közlenmiş ya da kızartılmış kabak, patates, havuç, patlıcan, biber ve soslarla oldukça doyurucu.
Karnımızı doyurduktan sonra Kreuzberg’deki gündüz yolculuğumuza dün tarifini aldığımız Tempelhofer’a doğru devam ediyoruz. Burası eski bir havaalanı. Artık insanlar paten veya kaykayla kayabiliyor, bisiklete binebiliyor, koşabiliyor, uçurtma uçurabiliyor ya da ızgara yapabiliyor. Tabii ızgara yeri yani mangal yeri ayrı. Biz yağmur bizi yakalamadan bir süre çimlerde dinlendik ve uçurtma uçurduk. Buralar hâlâ Türk Mahallesi sınırları içerisinde. Hatta çok yakınında bir cami bile var.
Hostele dönüp yenilendikten sonra Kreuzberg’in gece hayatı için tekrar yola çıktık. Bu sefer tek seferde doğru metroya binerek gideceğimiz yere ulaştık. Gecesi ayrı bir canlı. İftar sonrası sokakta çekirdek çitleyen ya da nargile – çay yapan Türkler, yanında herkesi içeri sokmayan gece kulüpleri… Dönerci dükkanı yanında sahibinin Türk olduğunu düşündüğümüz SO36 Gayhane isimli bir Gay Bar, barın üzerinde iftardan yeni çıkmış camdan dışarıyı seyreden başörtülü yurdum teyzeleri. Bohem diyorum ya, gerçekten öyle. Belki herkes içinden birbirine laf söylüyor ama kimse kimseye karışmıyor.
Burada bir kokteyl barda ev yapımı değişik bir kokteyl denedik. Yerin adını merak ederseniz Die Apotheken Bar. Almanca eczane demek. Çok ucuz değil ama İstanbul kadar. Bizim içtiğimiz kokteyl 9.5 Euro’ydu. Mekânın kapısında hatta bazı Türk dükkânlarının kapısında şu yazıyor: Irkçıysan, homofobiksen, seksistsen buraya gelme!
Kreuzberg’deki gecemiz de sona ermişti ve ertesi gün hostelin dibinde olan Berlin Duvar Müzesi’ni ve sadece Pazar günleri müzenin biraz ilerisinde kurulan ikinci el pazarını gezebilmek için erken kalkmak üzere hostele geçtik.
Geldi veda zamanı teletabilerin.
Dördüncü Gün: Sakin gibi başlayan sıradan olmayan bir gün.
Her şey çok güzel başlamıştı. Erkenden kalktık, Duvar Müzesi’ni ve ikinci el pazarını gezmiştik. Duvar Müzesi insanı gerçekten çok etkiliyor. 5 cm’lik bir duvarın bir zamanlar bir şehri ikiye ayırması akıl alır gibi değil. Duvarın önünde, duvarı geçmeye çalışırken vurulanların fotoğrafları da var.
Duvar hakkında anlatılacak çok şey var. Ama hissetmek lazım, anlatmakla kelimeler kifayetsiz kalabilir. Bu arada eğer isterseniz hediyelik eşyacılarda duvarın parçaları küçük plastik kutular içinde satılabiliyor. İlk gördüğümüzde bunlardan alalım dediğimiz süsler, duvarı görüp hikâyeleri hissettikten sonra çok basit kalabiliyor. Bu nedenle biz almaktan vazgeçtik.
Hediyelik eşya demişken, Berlin’in ayılarının meşhur olduğunu duymuş olabilirsiniz. Armasında da zaten bir ayı sembolü var. El yapımı porselen ayıları hediyelik eşyacılarda iki boy hâlinde ve çok çok güzel desenlerle var. Ama en miniği 15 Euro. Asıl güze olan büyükleri de 69 Euro kadarcık. Buralardan isterseniz çeşit çeşit Alman Birası bardakları da alabilirsiniz.
Berlin Sokakları’nda gezerken Doğu Almanya yapımı Trabi ya da Trabant denilen, 1957 yılında üretime başlayan ve insanların alabilmek için yıllarca beklediği otomobilleri görebilirsiniz. Bizim Tofaş’lara benziyor. Murat 124 gibi, aslında biraz teneke. Ama o dönem için önemi ve değeri büyük. İsterseniz bunlarda şehir turu yapabilirsiniz. Ya da hediyelik eşyacılardan 14 Euro’ya modelini satın alabilirsiniz.
Berlin Bit Pazarı
Duvar Müzesi’ni gezdikten sonra soluğu o meşhur bit pazarında aldık. Burada aslında saatlerce takılabilirsiniz. Bizim zamanımız az olduğu için ancak 1 saatimizi geçirebildik. Hem antika hem de yeni eşyalar mevcut. Plaklar filan da var ama nakit çalışıyor.
Pazardaki hızlı gezimizi gitmeden bir de Yahudi Müzesi’ni görmek lazım isimli çalışmamızla tamamladık. Yahudi Müzesi, Checkpoint Charlie’nin yakınlarında kalıyor. İçerisinde oldukça etkileyici alanlar var. Mesela biri metrelerce yüksek duvarlarla örülmüş karanlık bir oda. Buraya girdiğinizde, kendinizi bir hücrede ve sadece karanlık gökyüzüne bakarken buluyorsunuz. Sıkışmışlığı, çaresizliği çok iyi hissedebiliyorsunuz. Öyle ki durduğu maksimum 1 dakika içerisinde gözlerim dolarak ve nefesim daralarak çıktım.
Müzenin diğer bir etkileyici ve sinir bozucu alanı ise ses bölümü. Yerde bir sürü demirden insan suratları. Bu yüzlerin üzerinde yürüdüğünüzde demirler birbirine çarpıyor ve çığlık sesine benzer sesler geliyor. Yani yüzlerce Yahudi bedenin üzerinde yürürken onların çığlıklarına kulak veriyor gibisiniz. Oldukça gerçek ve rahatsız edici. Bir o kadar da etkileyici.
Havaalanına yetişmek zorunda olduğumuz için buradaki gezimizi 45 dakikada bitirmemiz gerekiyor. Kemal’in havaalanı başka ve bizden yarım saat fazlası var. Biz SXF Havaalanına gitmek üzere google’dan baktığımız rotaya göre yola çıkıyoruz. Ve macera başlıyor…
Son yılların en büyük gerilim filmi: Uçağa Yetişenler…
Nurçin, Volkan ve ben. Müzenin önünde otobüs bekliyoruz. İlk hesaplara göre her şey normal. Otobüs gelecek, biz şu an ismini hatırlayamadığım bir durakta ineceğiz, oradan da trenle devam edeceğiz. Google abi ve duraktaki tabela bize bunları söylüyor. Uçak Almanya saati ile 15:00’de.
Otobüs durağa geldiğinde saatimiz 13:00’dü. Google’a göre 1 saatlık mesafemizle birlikte 14:00’de havaalanında olmamız gerekiyordu. 128 numaralı otobüs Alexanderplatz durdu, durdu, durdu. Yaklaşık 10 dakika beklemenin ardında google’da yazan rotanın tersine, müzeye doğru devam etmeye başladı. Ring yapacağı tuttu. İki durak sonra bunu fark ederek otobüsten inmeyi başardık. Alexanderplatz’a doğru iki durak sırt çantaları ve valizlerle maceralı ve stresli bir yolculuk başladı. Saat 13:20. Ana istasyonda bineceğimiz yeri bulmaya çalışırken Türk Dönerciler, kebapçılar yoldaşımız oldu. Ve ilk tren kaçar…
Aklınızda olsun, SXF Havaalanına (Schönefeld Airport) Alexanderplatz’dan RE7’ye binerek direkt gidebilirsiniz. Ama öyle her dakika kalkmıyor. Zamanına iyi dikkat edin. Ve önemli bir konu. Eğer Tegel’den geldiyseniz ve buradan geri dönecekseniz ulaşım biletinde AB yerine ABC almanız gerekiyor. 2 Euro filan fazla. Ama buranın da yol parasını karşılıyor. Aksi taktirde buraya giden RE7 treni ekstra paraya giriyor.
Sora sora Bağdat bulunur demişler, biz de RE7’yi buluyoruz. Neyse ki biletimiz ABC, burada bir de bilet gişesi arama telaşını geçiyoruz. Ama tren saati 13:54 ve 14:20’de havaalanında oluyor. Hatırlatayım, uçak 15:00’te. Yazarken bile hâlâ aynı gerginliği yaşıyorum.
Havaalanına vardığımızda bir 10 dakika kadar trenden binaya yürüme mesafemiz var. Saat oldu 14:30. Bize gösterilen ilk tabelada uçağın girişinin D girişinden olduğunu söylüyorlar. D’ye gidiyoruz. Online checkin’imiz tamam. Valizimiz yok. İstediğimiz tek şey boarding card’ın çıktısı. Kadın, uçağın kapandığını ve kalkmak üzere olduğumuzu söylüyor. Ne yaptıysak anlaşamıyoruz. Ve benim İngilizcem o noktada son buluyor.
A Binası’na koşuş…
Saat 14:40… Kadın, A binasında Pegasus’un ofisi olduğunu söylüyor. Gidiyoruz. Birkaç kere binada inip çıkıyoruz ama nafile. En son Nurçin ve Volkan’a “uçağı kaçırmışız, almıyorlar” diyorum. Üç buçuk ata ata… Ümitler kesilmişken, işte o sırada vahi geliyor. Kıyafetlerinden orada çalıştığını anladığımız bir abi, kurban olayım o abiye. Parmağında bir yüzük, üzerinde Türk Bayrağı! 10 saniyelik saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın ardından abiye yapışıyorum.
Abicim, bizi uçağa almıyorlar. Online checkin’imiz var. Kurban olam, yol ver geçem, Almanca’mız yok. İngilizce’nin bittiği yerdeyiz. Bize yardım et.
Abi bizi Pegasus’a götürüyor. Murphy hep yanımızda. Kadın yok, bekle bekle yok. Neyse birkaç dakika sonra geliyor. Abi derdimizi anlatıyor. Telefonumuza gelen pdf’lerin geçerli olduğunu, boarding card’a gerek olmadığını öğrenerek girişe doğru koşuyoruz. Abi yanımızda, abi kalbimizde. Öndekilerden izin isteye isteye ilk valiz aramasından geçiyoruz. Kapıya geliyoruz. Saat 14:50. Kapıdaki ablamız da bizden. Sizin uçak çoktan kalktı diyerek yüreğimizi hoplatıyor. Pegasus bu, saatinden erken hayatta kalkmaz. Volkan ve Nurçin telefonlarından biletleri buluyor ve okutuyor. Benim bilet yok. Allah o Murphy’nin bin belasını versin. Düşmüyor yakamdan. O melek abim, “haydi çocuklar, bundan sonrası sizde, inşallah yetişirsiniz” diyor. Kurban olam ağzından bal damlıyor. Ramazan günü ekstra 3 kişiden 100’er puan değerinde sevap işleniyor hanesine.
Uzun aramalar sonunda benim online bilet de bulunuyor. İkinci valizden geçerek kapıdaki ablanın gösterdiği pasaport yerine gidiyoruz. Önümüzde daha iki engel var. Valiz ve polis. Valizi geçerken savaştan çocuklarını kurtaran anne gibiyim. Kucakladım bütün eşyaları, Volkan’nın kemeri, cüzdanı, benim çantam, Nurçin’in şalı vs… Polis’e geldik. Saat 15:00. Polis, kan ter içinde görüyor beni. Termal kameralarda patlıyorum muhtemel. “Zorlu bir yolculuk oldu sanırım” diye gülüyor elin polisi. Burayı da atlattık. Mario’nun prensesini kurtarmaya kaldı son level. Kapıda pasaport ve bileti tekrar okutuyoruz. Ve o uçağın merdivenlerine attığım ilk adım! Adrian diye bağırmak geliyor içimden.
Sanki Esenler Otogar’daymışım gibi hostese “15:00 uçağı değil mi?” diyorum. Saat 15:05. Uçakta değişik bakışlar. Ah keşke biri bir şey dese. Biri dese ya, çıkarsam bütün sinirimi stresimi. “Sen benim neler çektiğimi biliyor musun ulan?” diye haykırsam istiyorum. Olmuyor. Yerimize oturduğumuzda derin bir “oh” çekiyoruz. Uçak 15:45’te havalanıyor. Gözünü sevdiğimin Pegasus’u. Rötarına kurban. İşte o an karar veriyoruz ki “bir daha Pegasus’un rötarına laf etmek yok!”
Bunları neden mi anlatıyorum, siz siz olun bunları yaşamayın. Ve gurbetçi amcalarımıza iyi davranın. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” sözünü işte o an içten söylüyoruz. Sonra geçiyor tabii. Ama abiye duamız büyük. Bu yazıyı abimize adıyoruz.
Not: Berlin’de yapılacak, gezilecek çok şey var. Kültürel tur ile bira turu arasında kalabilirsiniz. Biz 4 gün kaldık ama gidemediğimiz yerler var. En az tam 5 günü buraya ayırmalısınız. Bol bol gezin, bol bol yiyin, bol bol görün…
İlk yazıyı okumak için tıklayın: Berlin… Prost!
Bir yanıt yazın